11 Ekim 2024

10.10.24

ile hasan

Bu tarih inşallah hüzünlü bir sonun değil, güzel bir geleceğin hayırlı bir başlangıcı olur.

45 Yıllık hayatımda çok fazla şey gördüm diyemem. Ya da belki görmüşümdür de anlamamışımdır. Zaten etrafımda olan biteni tam olarak anlayamadığımdan yakınırım hep.

Babasız büyüdüm, çok küçükken dramatik -belki de biz evlatları için travmatik- bir şekilde vefat etmişti. Annemin babası, yani sevgili dedem ve anneannemin himayelerinde büyüdük. Bilenler bilir, dede şefkati başkadır. Baba kızar, dede hiç kızmaz. Benim dedem de kızmazdı, anneannem de. Anneannem sadece titizdi, dedem ise rahat gönüllü. Keşke ona benzeseymişim… Sesim, daha doğrusu gürleyince çıkan sesim benziyor maalesef.

İlkokul birden sonra babamın köyünden dedemin köyüne taşınmıştık. Kalan dört seneyi orada bitirdim. Köye dair bütüüün bildiklerim, eskiden olan köy sevgim işte o dört seneye aittir ve sanki geçirdiğim ömrümün yarısı gibidir. Eskiden diyorum çünkü son bir kaç yılda olan bitenlerden dolayı köyün sevgisi de gitti gönlümden. O köyde beraber büyüdüğümüz, hatta sonra ortaokulda ve lisede aynı evde yine dede ocağında aynı odayı paylaştığım, kardeş bildiğim akrabalarım tarafından maalesef dışlandım. Araya miras mevzuları girdi. Dedemizden kalan hatırlarla dolu evi ve bir karış toprağı paylaşamadık.

Ortaokuldayken şehre yani Rize’ye taşındık. Ömrümde belki de ilk kez yedi sene üst üste aynı evde oturduğum dönem o dönemdir. İkincisi de şuan oturduğumuz ev; sekizinci senedeyiz çok şükür. Haftasonları annemle birlikte apartman temizliğine giderdik. Bazan arkadaşlarımın kaldığı apartmanları da temizlediğimiz olurdu. Samimi olduğum arkadaşımsa annemden izin koparır o arkadaşımın evine gider oyun oynardım. Bir keresinde saz çalan bir genç beni yanına alıp bana bir şeyler öğretmişti. Bir kaç kere de sınıftaki kızlardan birinin babasının ofisini ve apartmanını temizlerken rastlaşmıştık. Çocukluk hali, utanmıştım tabi. Annem o yıllarda ne kadar dinçmiş. Şimdi yerinden kalkmak onun için tam bir işkence.

Orta son sınıftayken hastalandım ve İstanbul’a geldim. Burda büyük dayımla ve onun sayesinde bilgisayarla tanıştım. O güne kadar dayım gibi “Kimya Mühendisi” olmak istiyordum ama dayımın kendisi dahi o mesleği yapmıyordu. Dükkanında kullandığı bilgisayarlardaki ticari programlar çok ilgimi çekmişti. Kısa süre sonra ben de bilgisayar mühendisi olmaya karar verdim. Olamadım gerçi. Bizim zamanımızda sınav puanı çıkmadan karambole tercihler yapıyorduk. Biz de hasbelkader kağıt üzerinde elektronik mühendisi çıktık.

Lisedeyken kredili sistem vardı. Ben çok severdim. Ortaokulda vasat bir öğrenciyken lisede çok daha iyiydim. Kredili sistemde iki buçuk senede okulu bitirmem mümkündü. Ya da benim gibi dilekçe verip son döneme de devam etmek. O son dönem üniversite gibiydi. İstediğim dersi seçiyor ve üç beş öğrenciyle o dersi görüyorduk. Sadece gerçekten o dersi almak isteyenler orda olduğu için dersler çok verimli ve samimi geçiyordu. Sonradan rahmetli olan bir din kültürü öğretmenim vardı. Mekanı cennet olsun. Bilgisayar hevesimi bildiği için -belki de müdür ve muavinler hariç hiç kimsenin varlığını dahi bilmediği- bilgisayar laboratuvarının anahtarını vermiş, al burda çalış demişti. MS-Dos’dan başka bir şey bilmediğim için bir oda dolusu Apple II bilgisayarı o zamanlar tanıyamamıştım ve kullanamamıştım. Hala akıbetlerini merak ederim.

Evden okula giderken vitrininde harika Olivetti bilgisayarlar olan bir mağazanın önünden geçer ve her geçişimde o bilgisayarlardan biri ne zaman benim olacak diye heveslenirdim. Rize’de orası tekti sanırım. Sırf bilgisayar kullanabilmek için Halk Eğitim’in kurslarına peş peşe katıldım. İkinci kursum maalesef başbakan Tansu Çiller’in 5 Nisan kararları yüzünden 20 saat erken bitmişti.

Liseden mezun olduğum sene bir bölümü kazandım ama gitmedim. Zaten istediğim bir okul ve bölüm değildi. O dönemin malum zorlayıcılarının marifetiydi. Sonraki sene ortaokuldan beri çok sevdiğim müstesna arkadaşımla Karadeniz Teknik Üniversitesi’ni kazandık. Bölümlerimiz ayrıydı ama gönüllerimiz birdi. İlk sene malum zorlayıcılar bizi ayırsa da bir sene sonra onların prangalarından kurtulup anacığım, o arkadaşım ve başka bir iki okul arkadaşımla birlikte kendi evimizi tuttuk. Daha bugün onlardan birini ziyaret ettim ve diğer ikisine de mesaj attım. Hala iletişimdeyiz çok şükür.

Üniversite birinci sınıfa giderken ablam evlendi. Dedem, anneannem ve annem ilk sene bir başlarına kaldılar. Şehirdeki evi bıraktık. Yaşlı olduklarından hastalıkta araba bulmak zor olur diye köyün başındaki kendi evlerine çıkmadılar -oraya yazın gidiyorlardı- köyün girişinde asfalt yolun kenarında küçük bir ev tuttular. Bizi nasıl özlüyorlardıysa bir keresinde okuldan herhalde hafta sonu için gelip evlerine gittiğimde dedemin camide olduğunu söylediler. Ben de camiye koştum. Beni görünce dedem yerinden kalktı. Gözleri sulanmıştı. Dedemin ağladığına bir kere de kayınpederinin vefatında rastlamıştım. Yani anneannemin babası öldüğünde… Anneannem İstanbul’dan geliyordu. Herhalde onu beklerken bir kaç dakika sonra onu nasıl teselli edeceğini düşünürken kendini tutamamıştı.

Lafı geçmişken.. Anneannemin annesini de gördüm, babasını da.. Babasına “sakallı büyük baba” derdik. Dedemize ise sadece “büyük baba” derdik. İlk yıllarda sakalı yoktu. Aslında “dede” dememiz lazımdı ama demezdik. Küçük dayımın bizden daha kalabalık olan oğulları ve kızları “büyük baba” dedikleri için, biz de “büyük baba” diye alışmıştık. Ama anneannemize onlar “büyükana” dedikleri halde biz “anneanne” diyorduk.

Hatırları kalmasın, babamın köyündeyken babamın babasını da, yani kendi büyük babamı da hayal meyal hatırlıyorum. Kucağında oturduğumu, hastalandığını biliyorum. Cenazesini de hatırlıyorum. Nenemle yani babaannemle ise zaten birbirimizi çok severdik. Hala gündüz vakti uyuyacak olsam nenem aklıma gelir. Gündüz vakti yatar, beni de kendiyle yatmaya zorlar, üşüyen ayaklarımı kendi ayakları arasına alır ısıtırdı. Vefat ettiğinde ortaokuldaydım. Bize haber vermemişlerdi. Bir kaç gün sonra annemin haberi olmuştu. Bir okul sonrası salondaki vitrinin bana verilen gözüne kitaplarımı koyarken annem “oğlum nenen eldi ha” demiş, bir kaç dakika elimde kitaplar öylece kalmış, sonra da biraz ağlamıştım.

Yıllar yıllar sonra, ben üniversite uzatmalardayken annem bu kez telefondan “oğlum, deden eldi” diyordu ağlayarak. Zavallı dedem, son yıllarını geçirdiği İstanbul’da vefat etmiş ve gençlik yıllarının bir kısmını geçirdiği Habibler’e gömülmüştü. Onun acısı anneannemi yirmi küsür gün yoğun bakımda tutmuş, onu da mı kaybediyoruz diye ağlaşırken 12 sene daha mevlam onu bize bağışlamıştı. Bir zaman sonra anneannem ömrünün son yıllarını Rize’de bir teyzemin yanında çok da rahat olmayarak geçirmek zorunda kalmıştı. Anneannemi köyde, vaktiyle uğraşıp didindiği çay bahçelerinden birine defnetmiştik. Her bir köşesinde emeği olan evini karşıdan gören bir yere. O zaman, bir oniki sene sonra da küçük dayımı anneannemin yanına defnedeceğimiz aklımın ucundan bile geçmemişti. Üstelik miras kavgaları yüzünden birbirimize küsmüş olarak gitti dayım. Vefat etmeden bir hafta önce kapısının önünden geçerken durup selam verseydim keşke. Dayımla bir sorunum yoktu. Telefonda zaten konuşuyorduk. Ama etrafındakilerden çekindim, tartışma çıkmasın diye uğrayamadım. Cenazesinde küstüğümüz akrabalarımızla sarılıp ağlaştık, dertleştik ama bir kaç gün sonra her şey eskiye daha doğrusu yeni eskiye dönmüş, husumet artarak devam etmişti.

Üniversiteden sonra Ankara’ya, benden bir dönem önce mezun olan arkadaşımın yanına taşındım. Bana kendi çalıştığı yerde iş de bulmuştu sağolsun. İlk profesyonel işimde Sıhhıye’de bir binanın çatı katında kendimize ait ofiste ikimiz baş başa çalışıyorduk. O sistem yöneticisi idi, ben de programcı. Binanın bir kaç katı çalıştığımız firmaya aitti. Hala ayakta duran köklü bir firmaydı. Güzel tecrübeler edindik. Daha ilk yıllarımda Sağlık Bakanlığı’nın bir projesini tek başıma yapmıştım. Kullanılmış mıydı bilemiyorum tabi.

O yıllarda sevgili eşimle tanıştım. Daha doğrusu üniversite uzatmalarında tanıştım ama o yıllarda evlenmeye karar verdik. Evlilik kararı ortaya çıkınca hemen istifa ettim ve askere gittim. Kısa dönem istedim ama yedek subay olarak tank taburuna verdiler. Gene Ankara’da üstelik. Dört ay acemi eğitimi alırken askerlik 16 aydan 12 aya düştü. Usta birliği Balıkesir’e çıksın diye çok dua ettimse de, hemen karşımda yatan koğuş arkadaşım oraya gitti. Ben gene Ankara’da kaldım ama bu kez bilgisayar subayı olarak Hava Kuvvetleri’ne geçtim. Tank brövesiyle havacı kıyafetleri giyiyordum. Bina içerisinde operasyon merkezi gibi bir odada nöbet tutuyorduk. Cahillik, kocaman ekranlarda savaş uçaklarının canlı takibinin yapıldığı o odada ben bilgisayarımı getirip -o zamanlar ilk laptopumu almıştım- film izleyince ertesi gün komutanın biri asteğmenlerin o odada nöbet tutmasını yasakladı. Son nöbeti ben tutmuş oldum. Bizi sonra dışarı nöbetine verdiler. Dahası bir kaç gün sonra bilgisayarıma el koydular. Hani yazının en başında etrafımda olan biteni pek anlayamam diye yakınmıştım ya, işte laptopu aldıklarında hemen daire başkanı olan yarbaya koşmuş, durumu anlatmıştım. Tamam çocuğum, bakarız demişti. Sonra astsubaylardan biri beni kenara çekip, oğlum sen kimden medet umuyorsun, senin bilgisayarını aldıran zaten o yarbay, diye uyarmıştı. Dokuz gün sonra bilgisayarım bana geri verildi. Bir vukuat olmadı çok şükür.

Askerden sonra hayalimiz Bursa’da iş bulup oraya yerleşmek ve orada evlenmekti. Bursa da bir iki iş başvurusunda bulundum. Fakat verdikleri maaş askerde aldığım maaştan bile düşüktü. O nedenle Bursa hayalimiz başlamadan bitti. Keşke razı olsa mıydım? Nasip değilmiş. Zaten bir şeyi çok istemek iyi değil. Bunu hep duymuşsunuzdur. Ben de duydum. Ama yaşamadıkça, başına gelmedikçe insan anlamıyor.

Bursa olmayınca İstanbul’da anneannemin (ve küçük dayımın) yanında kalıp iş bakındım. Bir kaç ay sonra Bahçeşehir Üniversitesi’nde bilgi işleme programcı olarak girdim. Üniversite kurulalı bir kaç sene olmuştu. Rektör yardımcısı kendisi fizikçi idi ama programcılıktan anlıyordu (bizim KTÜ de öyleydi). Kendi imkanlarıyla oluşturduğu öğrenci işleri yazılımını daha kapsamlı ve başka bir dille yazmak icab ediyordu ve bu işe ben talip olmuştum. Şimdilerde 8-10 kişilik ekiple yapmakta zorlandığımız üniversite yönetim sistemi yazılımını işini o zamanlar iki yıllık iş tecrübesi ile askerden yeni gelmiş bir elektronik mühendisi olarak üstelenebiliyorduk. CSS kütüphaneleri yoktu ki “Front-end” olsundu. JQuery bile henüz yoktu. Düz, çubuk makarna gibi PHP’yi alıyorduk, biraz MySQL’le haşlayıp, HTML’le soslayıp spaggeti haline getirip milletin önüne koyuyorduk.

Ankara’dayen Sıhhıyedeki işime metroyla 15 dakikada gidiyorduk. Trafik çekmiyor, ofisimizde başkasının kahrını çekmiyor, terasımızda güzelce çayımızı içiyorduk. Bu imkan bir daha olur mu derken bu kez İstanbul’da metroya otobüse vs bile binmeden yürüyerek işe gidiyordum. Esenkent’ten Bahçeşehir’e yürüyor, yeşil çimenlerle kaplı bahçelerin içinden geçip üniversitenin kiraladığı villalardan birine giriyor ve odama geçiyordum. Villa içerisinde müstakil bir odam vardı. İlk sene bir de güzel kar yağmıştı. Öyle ki en son lisedeyken öyle güzel kar görmüştüm. Daha ne olsun diyordum. Ama olan oldu ve ablam 9 senenin ardından birinci eşinden boşandı. Boşanma süresince bir kaç kez Rize’ye gidip gelmek icab edince hangi akla hizmet bilemiyorum, bir kaç ay sonra evlenecek olan ben işten istifa ettim. Sırf aynı anda iki işle uğraşamadığım için. Aslında düşünüyorum, bugün de başım altından kalkamayacağım bir derde girdiğinde ilk yaptığım iş istifa etmek oluyor. Geçenlerde gene istifa ettim ama bu kez patronum çok anlayış gösterdi ve iş yükümü hafifleterek beni tuttu. Allahü teala razı olsun.

İşte ablamın eşinden ayrılması bir sürü dengeyi bozdu. Kimisi için iyi oldu, kimisi için kötü. Annem, ablam ve anneannem altın kızlar gibi annemle kaldığım eve geçtiler. Ben de eşimle hemen yakınlardaki başka bir eve taşındım. Yeni evliyken maalesef bir işim yoktu. Sırf mutfak dönsün diye yarım yamalak işler kovaladım. Aslında garip tesadüfler de oldu. Farkında olmadan benim yerime üniversiteye işe alınan elemanın ayrıldığı şirkete yarı zamanlı olarak girmiştim. Tam zamanlı neden giremedim, çünkü arkadaşımın firmasıydı ve tam zamanlı ödeyecek parası yoktu. Öte yandan benim yerime işe giren kişi benim aldığım maaştan %50 fazla alarak girmişti. Başımızdaki hocamız -kulakları çınlasın- neden işten ayrıldığımı, hele de projeyi bitirip tam semeresini toplayacakken ayrılmış olmamı anlayamamıştı.

Aslında ayrılığım çok uzun sürmedi. İlk dönüşümün detaylarını tam hatırlamıyorum ama altı ay sonra aynı şirkete döndüm. Fakat nimetin kıymeti bilinmezse elimizden alınır, alınmakla da kalmaz, acı azap gelir ya. Yürüyerek villadaki ofisine giden ben, sabahın köründe servise binerek bir kaç saatte 30 km yol gidiyor ve eksi ikinci kattaki camsız penceresiz, yağmurda duvarlarından kurbağalar fırlayan bir yerde çalışıyordum artık. Bir kaç sene sonra ikinci kez ayrıldığımda -bu kez detayları hatırlıyorum- patron, 6 ay sonra dönmeni bekliyorum, ona göre git, demişti. İşe başladıktan üç ay sonra ortama uyum sağlayamadığım için email ile kovulmuş, eski patronumun verdiği süre dolsun diye üç ay daha boş boş dolanmıştım. Tesadüfen üç ay sonra okullar açılırken benim yerime giren arkadaşın eşi doğum yapınca işe gelememiş, bana ihtiyaç duymuşlardı. Ben de o zamanlar borç harç aldığım ilk arabama atlayıp Beşiktaş’a koşmuş, ama bilgisayarı açmadan önce “öyle geçici olarak gelmiyorum ha, beni işe alıyorsunuz” diye emrivaki yapmıştım. İşte o son girişten sonra emekli olana kadar aynı firmada devam ettim.

İlk girişimi 2004 dersek ve arada çıktığım ayları saymazsak 15 sene aynı firmada çalıştım diyebiliriz. 30’lu yaşlarımdayken eleman olmaktan takım liderliğine geçirildim. Bir kaç sene diğer takım liderleriyle beraber direktör olduk. Benim ekibim nisbeten küçük olduğundan hep kıyıda köşede kalan projeler bana kalıyordu. İyi de oluyordu, aldığımız işler diğer arkadaşlarımınki gibi on yıllarca sürmüyordu. Her yeni projede bir teknoloji kazanıyorduk. 3 aylık serüvenimde JQuery öğrenerek dönmüştüm şirkete. Daha sonra Laravel girdi, Vue girdi. Mobil uygulamalar girdi. Şirkette full-stack, back-end, front-end’ten sonra mobil uygulama bile geliştirdiğim oldu.

2016’da -Gürcistan’a günübirlik ziyaretimizi saymazsak- ilk kez yurt dışına çıktık. 10. evlilik yıl dönümümüzde 7-8 balkan ülkesini gördük. Saraybosna’yı, Mostar’ı, Kotor’u, Üsküp’ü ziyaret ettik. Bu seyahatimizden sonra işlerimiz daha da rast gitti, mevlamız bize 11 senenin üstüne ikiz evlatlarımızı bağışladı. Şimdi oturduğumuz eve geçtik.

Çocuklarımız dünyaya gelince ikimize de bir haller oldu. Daha önce hiç tecrübe etmediğimiz, yakınımızda yöremizde çoluk cocuğu olan insanlar da olmadığı için herhalde epey bocaladık. Normal tedirginliğimizin yanısıra ikiz olmasının verdiği yetersiz kalacağız korkusu da eklenince selam veren herkesi kolundan tutup 8-10 gün evde misafir edip bize yardım etmesini istiyorduk.

Yine de çocuklarla olan o ilk bir kaç yılın tadını unutamıyorum. Odalarında süper sessiz ve loş ışıklı, huzurlu bir ortam. Telefonda süpürge sesi açılmış. Mışıl mışıl uyuyan tavşan tulumlu popolar.

Bu süreçte anneler genelde perişan oluyorlar tabi. Saç baş dağılmış, iki saat uyumuş uyumamış, kendine hiç vakit ayıramamış, 24 saat ilgilenmesi gereken iki çocuk! Günümüz şartlarında nerden baksan zordur. İşte bu zorluklardan geçerken insanın sinirleri yıpranıyor doğal olarak.

Üç yaşlarına geldiklerinde artık kendilerini ifade edebiliyor, etraftaki eşyaları kurcalayabiliyorlardı. İşte benim kumaşımın rengi de orda ortaya çıktı maalesef. Evde çocuklar için ahşap-karton karışımı bir kulübe yaparken çocuklar hışımla inşaatın ortasına daldılar. İlk kez gördükleri çekiçti, çiviydi, testereydi, tahtaydı ne buldularsa mıncıkladılar. Yani sanki iki tane 3 yaşında çocuk değil de 9 tane panda yavrusu etrafımı sarmış hangi birine koşacağımı şaşırmıştım. Birinin bir yerine bir şey batacak diye ödüm kopmuştu. Hışımla bebeleri toplayıp inşaat alanından uzaklaştırmıştım. İşte o gün başladı benim bu panik hallerim. Çocuklara bir şey olacak diye o gün bugün dünyayı hem kendime, hem onlara, hem de annelerine biraz zindan ettim.

Yazının başındaki tarihi burada konuya bağlayacağım için arada kalan süreci özet geçmeliyim. Çocuklar 3-4 yaşlarındayken korona illeti geldi dünyanın tepesine oturdu. Tam onu atlattık -ki annemin dayısı gibi çok sevdiğimiz büyüklerimizden birini ve daha nicelerini kaybettik- bu kez sevgili kayınpederim hastalandı, yanımızda bir yıl kanser tedavisi gördü ve sonra maalesef vefat etti. Onun vefatı, vefatından önce bir yıl içerisinde gözümüzün önünde milim milim erimesi biz geride kalanların ruhiyetini sarstı. Akrabalarımızın küsmesiyle başlayan rüzgar, korona ve kayınpederin hastalanmasıyla fırtınaya dönüştü ve bizi bir güzel evirip çevirdi. Dengelerimiz bozuldu. Ben gündüz uyuyup gece çalışma moduna geçtim. Zaten çok erken yatan biri değildim ama artık bütün bütün vardiyayı geceye almıştım. Sosyal yönlerimiz zayıfladı. İletişim zayıfladı.

Aylar birbirini böyle kovaladıktan sonra nihayet bir süre önce toparlanma emareleri göstermeye başladık. Ben kendi namıma gündüz vardiyasına geçtim. Bu yazıyı yazmak bu kadar uzun sürmeseydi çoktan iki saat önce yatmıştım. Artık düzenli gittiğim ve çok sevdiğim bir ofis ortamım var. Başakşehir’de eskiden beraber çalıştığımız bir arkadaşımın vesilesi ile belediyenin kuluçka merkezi binasında bir masaya yerleştim. Hafta için beş gün oraya gidiyor, hem 2020’de kurduğum kendi şirketimin projesini hem de iş yaptığım (eskiden çalıştığım) şirketin vazifelerini orda hallediyorum.

İşte bu 10.10.24 tarihinde hem kendime hem de sevdiklerime bir söz verdim. Artık en yukarıda dedemden bahsederken değindiğim gibi ben de rahat bir insan olacağım inşallah. Bu gemiyi limana kavuşturmak tek hedefim. Deniz bizi tuttu, dalgalar boyu aştı, kaptan köşküne biraz kustuk ama şimdi iyiyim. Önce yerleri yıkayalım ki ayaklarımız kendi kusmuğumuzda kayıp gemiden düşmemize neden olmasın. Büyüklerimizin üzerimizdeki dualarının rüzgarıyla güvenle sahile varacağız inşallah.

Allahü Tealaya emanet olun.