Sahi, siz stajınızı nerde yaptınız?
Siz stajınızı nerde yaptınız? Benim ilk ve tek gerçek stajım bundan yaklaşık 13-14 sene önce idi ve malesef sadece “bir gün” sürdü. TRT Trabzon Radyosu’nda sorumlu kibar bir hanımefendi zahmet edip radyonun bütün odalarını, bu odalardaki ekipmanları ve çatıdaki benim kabaca anten diyebileceğim uzaktaki kocaman vericiye sinyali gönderdikleri cihazları tek tek gösterip uzun uzun anlattı. Ben bu binaya 20 gün daha geleceğimi sanarken hanımefendi yine kibar bir şekilde, benim olası staj hayallerimi kırmadan bana bir dosya uzattı. Bu el yazısı ile hazırlanmış, yıllar öncesine ait bir staj defterinin fotokopisi idi. “Al bunu kullan, burda her türlü detaylı bilgi var, daha önceki arkadaşlar da bunu kullandı. Sonra getir imzalayalım.” manasında bir şeyler söyledi.
Staj konusunda hayallerim çok yüksek değildi. Aslında o yıllarda okuduğum bölümle ilgili dahi hayallerim yoktu. Staj demek pek çok arkadaşım gibi benim için de “bize çay taşıtacaklar yaa” gibi bir şeydi. Radyodaki hanımefendi bana el yazısı dosyayı verince hiç olmazsa bunu bilgisayarla yeniden yazabilir miyim diye sordum. Pek sevindi. “Çok iyi olur, daha sonraki arkadaşlar için de yenilenmiş olur.” dedi. Öyle de yaptım. Zamanı gelince dosyayı imzaladılar, ben de okuluma teslim ettim. Bölümdekiler de kuzu kuzu kabul etti sağolsun. Şöyle bir sahneyi ağır çekim canlandırın: Okul sekreteri üzerinde TRT-Stajı yazan dosyamı ilgili hocalar onayladıktan sonra alıp devasa dolapların olduğu hafif karanlık bir odaya gidiyor. Kamera yol boyunca dosyaya yakın planda. Dolaplardan birinin rafına yerleştiriyor. Sekreter dönerken kamera yavaş yavaş dosyadan uzaklaşıyor, o raf boydan boya, hatta alt ve üst raflar, bütün dolap, 1968, 1969… 1999 tarihli TRT-Stajı ile dolu. Ve sahne giderek kararıken anlıyorsunuz ki hepsinin içinde aynı şeyler yazıyor…
Bu dramatik sahneden sıyrılıp başka birine geçelim. Bu staj olayından bir sene kadar önce olmalı. Yani taş patlasa 1997-98. Yine Trabzon’dayız; Akçaabat’ta mezarlığın karşısındaki evimizin hemen ilerisinde bir bilgisayar dükkanı var: Ak-Bil. Yani bugünkü gibi bir “mağaza” değil elbette. Bilgisayar işi yaptıkları az çok belli, vitrininde bir iki bilgisayar “fotoğrafı” taş patlasa cd-rom kutusu, bol bol klavye fare olan, içerisi normal ofis gibi iki masa iki sandalye döşenmiş bir ekmek teknesi. İlk kişisel bilgisayarımızda bir sorun var. Belki Windows 3.1 bozulmuş, hatırlıyorum ama Rize’deki hatıralarla karışıyor. Hasılı o zamanki donanım bilgimiz sorunu çözmek için yeterli değil. Ben de ufaktan ufaktan çevre edineyim, hem komşu bile sayılırız.. Ayrıca bilgisayarcı bir abimiz olsun gidip gelip soru sorarız, parça alırız satarız diye biraz da hevesle gittim dükkana.
İşletme sahibi o anki sorun neyse hallederken ben de biraz yakın durayım, ne yapıyor göreyim, muhabbete gireyim istedim. Adam hiç oralı olmadığı gibi bir de beni tersledi. Resmen uzakda durmamı istedi. Hani böyle tamir yapılan yerlerde bir banko olur, o bankonun arkasına yetkili olmayanların girilmesi istenmez. Bunu anlarım. Ama burda banko manko yok. Adam kendi masasının üzerinde çalışıyor ve o iş için para verecek müşteriyi sert bir dille uzaklaştırıyor. En iyi ihtimalle iletişim sorunu var; en kötü ihtimalle benim onun mesleğini ele geçireceğimi sanıyor. Elindeki bilgisini paylaşmıyor! Üstelik bu bilgi roket bilimi filan da değil. 10 sene sonra her çocuğun yapabileceği sıradan bir şey.
Benzer bir muameleyi daha önce memleketim Rize’de de Sahil Bilgisayar tarafından gördüğüm için aslında şerbetli gibiydim. Yılmadım ve aradığım Master Yoda’yı yine Trabzon’da buldum: Murat Abi. Soyadı sanırım Pınar idi. Maraş caddesine bakan sokaklardan birinde küçük bir bilgisayar dükkanı vardı. Kim tanıştırdı, ne vesile oldu hatırlamıyorum. Ama sağolsun bilgisayarımızı “update” etmiş, üzerinde ram olan bir ekran kartı bile koymuştu. Çok cana yakındı. Kısa bir süre sonra dükkanından ayrılamaz olmuştuk. Çıkma ram’ler, ekran kartları, harddisk’ler gidip geliyordu. O bizle paylaştıkça biz de etrafımızdakileri daha çok ona yönlendiriyorduk. Hatta nerdeyse bir ara Murat Abi gibi bir dükkanımız dahi olacaktı. Nasip olmadı 🙂
Bu tecrübeleri yaşarken sevgili Dr. Hakkı Öcal abimizden defaatle okuduğumuz ve duyduğumuz “bilgi paylaştıkça çoğalır” düsturunu canlı canlı görmüş oluyorduk. Bir konuşmasında “Bilginizi paylaşmaktan çekinmeyin, birileri sizin yerinizi alacak diye korkmayın. Siz bilgiyi paylaşıp, daha iyisini, daha fazlasını öğrenin. Sonra onu da paylaşın ve daha ileri gidin… Kendinize eleman yetiştirin. Şimdi 20’li yaşlarınızda olabilirsiniz, ama bir kaç sene sonra sizler yönetici olacak, beraber çalışacağınız elemanlar arayacaksınız. O elemanların oluşabilmesi için şimdiden bilginizi paylaşın, eğitin..” demişti.
O günlerden beri firmam müsade ettikçe, imkanlarımız el verdikçe bol bol stajyer alıp, elimizde ne bilgi varsa vermeye, onları gayretlendirmeye, 4. sınıfa gelmeden veya en kötü mezun olmadan önlerindeki yollardan bir kaç tanesini göstermeye çalışıyoruz. Elbette bu arada içlerinden beraber çalışabileceğimiz kişiler çıkması için de gayret ediyoruz. Firmamızda pek çok yarı zamanlı arkadaşımız çalıştı ve çok büyük işleri omuzladılar. Pek çok sınıf arkadaşı mezun olduklarında cv’lerinde sadece 20 günlük, 30 günlük stajlar yer alacakken -ki bunların büyük bir kısmı da benim TRT Stajım gibi olabilir- yarı zamanlı çalışanların 2 yıllık, 3 yıllık iş tecrübeleri olacak. Birileri “para mühim değil, işi öğreneyim yeter, siz ne uygun görürseniz abi” derken birileri de “ben şu maaşı talep ediyorum, en son ayrıldığım iş yerinde yarı zamanlıyken şu maaşı alıyordum” diyebilecek. Bu ikisi arasındaki en büyük fark “zaman”. Yoksa elbette okurken iş tecrübesi yaşamayanlar da zamanla bu açığı kapatabilirler. İlla “şu doğru” diye bir şey söz konusu değil. En uç örneklerden verecek olursak üniversiteyi “bir daha mı geleceğim, keyfine varayım” şeklinde de görebilirsiniz. Bu da bir yöntem. Bilgisayar mühendisliğinde okuyup “bilgisayar öğrenmeden bu okuldan mezun olacağım ulan!” diye efelik yapan tanıdıklarım vardı. Eminim şuan maddi durumu hiç de kötü değildir.
Yazım konusundan daha da sapmadan bir kaç paragrafla bu işkenceyi bitireyim. Bu hafta evdeki tadilat işlerinden dolayı ofise gidemeyecektim. Fakat bugün bir fırsatını buldum, eski bir stajyerin de defterini inceleyip imzalamam gerektiği için saat 16.00 gibi ofise gittim. O defter bahsine hiç girmeyeyim. Böyle bir yazı daha çıkar, inanın! Ofise girer girmez ortadaki koca masa bloğunda tek başına oturmuş bir stajyer gördüm. Normalde 4 kişilik olan o blokda 10 stajyer hemen yanda bir 4 kişilik blok daha olmasına rağmen dipdipe otururlardı. Öğrenci dayanışması. Bir arada oldukları zaman kendilerini güvende hissediyor olmalılar. Yan blokda ise bizim sanırım ilk yabancı stajyerlerimiz vardı. Üstelik bunlardan biri bir aydır gelmesine rağmen diğeri daha 1-2 gündür geliyordu. Diğerlerinin önce başladığını biliyordu.
Ortadaki tek yerli stajyercağızımıza diğerlerinin nerde olduğunu sordum. Erken çıktılar dedi. Herhangi bir mazeretleri de yoktu. Çünkü mazeret belirtenleri zaten “maça gideceğim” dahi olsa gönderiyorduk. Üstelik zaten geç gelip erken gidebilmeleri için işe gelişte de, işten çıkışta da bir saat tolerans vermiştik. Staj demek biraz da ofis havası solumak, ordaki diğer arkadaşlarla tanışmak, çevre edinmek, soracağın bir soru varsa çekinmeden sormak demek değil midir? En azından firmamızda böyle olması için defaatle bunu söylüyoruz. Ofisteki arkadaşlarımız da çok şükür bugüne kadar kimseyi soru sordukları için yemediler. Hepsi genç, güzide, birbirinden maharetli insanlar. CSS-HTML-JS sorun mu var, en az 2 uzman var. PHP, MySQL sorun mu var, Master Yoda’sından, Jeday’ına, Padavan’ına kadar 8-9 uzman var. Yapacak işin yok, tavsiyelerimi dinleyip makinene Linux mu kurmak istiyorsun (nerdeeeeee) en az 4 tane azman var. Evet azman! Makinene Linux kurarken dahi sana PHP anlatabilecek yetenekde azmanlar. Hiç bir sorun yoksa otur bir çay iç, kahve iç. Takımları dolaş, insanlarla tanış. Hadi bugün lazım olmadı yarın mutlaka olacak. Mail atabileceğin, yahut gecenin bir yarısı “chatte bakalım hangi developer online?” diyebileceğin dostların, arkadaşların olmalı. Nöbetci uzman arayacağın zor zamanlar olacak.
Stajyerler için ayırdığımız iki masa bloğu var demiştik. Diğer blokdaki biri Koreli, diğeri Amerikalı iki arkadaş bizim tek yerli cengaverimiz gibi önlerinde bilgisayarları pıtır pıtır çalışıyorlardı. Üstelik bunu benim bozuk ingilizcemle yazdığım ödeve göre yapmaya çalışıyorlardı. Yani adamların ilk derdi; ne dertleri olduğunu benim yazdığım şeyden anlamak!
Yabancıyı övmek gibi bir niyetim yok, yanlış anlaşılmasın. Bizim yerli cengaver de buna en güzel örnek zaten. Mesele yaklaşım tarzları, düşünce sistemlerinin onlara verdiği disiplini gevşek bir ortamda dahi bozmadan sürdürmeye çalışmaları. Sonra gelen Amerikalı 1-2 gün içerisinde yaptığımız tüm çalışmaların üzerinden geçmiş, oluşturduğumuz herşeyi o da yapmış. Kısaca “Now what?” diyor. Yarın gelecek misiniz? Ne anlatacaksınız? diyor.. Koreli olan bu sualleri bir aydır soruyor zaten. Telaştan taaaa staj süresinin sonunda bahsetmeyi düşündüğüm konuları söyleyiverdim. Ben “ilerde bunlardan bahsedeceğim” demek istedim ama o çoktan diğerine “yarın bize şundan şundan bahsedecek” deyince iş işten geçti. Türkçeleri bu yazdıklarımı anlayacak kadar iyiyse yandık!
Uzun lafın kısası: Bu uzuun yazıyı ofisi haber vermeden erken terk eden stajyer arkadaşlar için “okuma cezası” olarak yazdım. 2-3 kişi olsalar herhalde “vay keratalar” der geçerdim. Fakat yaklaşık 8-10 kişi topluca kirişi kırınca haliyle moralim bozuldu. Sigara içmeye başladığını öğrendiğim kayınçoma bundan daha uzun yazmıştım ama neyseki onu yayınlamadım. Siz buna şükredin stajyerler!!!!
NOT: Cezalı stajyerler 3. paragraftaki hatayı bulun!
staj = sömürge
Biraz daha detay verirseniz belki mesaj tam yerine ulaşır.
Keşke her kurum sizin ya da uzman sizin gibi düşünse şefim. Ziraat Mühendisliği okuyorum üniversite çiftliğinde staj yapıyorum. Yem ver, temizle, yumurtaları topla. İşimiz ve öğrendiklerimiz bunlar 🙂
İnşallah ileride yönetime geçtiğinizde stajyerlerinize daha iyisini sunarsınız. Acısı en güzel böyle çıkar.
[…] bu kadar bahsetmişken eşimin yazdığı bu yazıyı paylaşmasam olmazdı […]