“Yürü, hala ne diye oyunda oynaştasın”
Başta memleketimiz olmak üzere bütün islam aleminin sevinçle karşıladığı İstanbul’un fethinin 563. yıl dönümü kutlu olsun.
Sevgili peygamberimizin sallallahü aleyhi vesellem müjdesine nail olmak için canla başla çalışan bütün ecdadımızın ruhları şadolsun.
Bu satırları çok değil daha dün gibi bir tarihte, 1912’de bir ata toprağı olan Üsküp’den yazıyorum. Buraya gelene kadar geçtiğimiz bir hafta içerisinde adımımızı attığımız hemen her yer eskiden ezan seslerinin yükseldiği, camilerin dolup taştığı ve 500 küsür yıldır da bizim olan vilayetlerdi. 500 küsür yıl ne demek. Bizden sonra küsüratı kadar bile peşpeşe huzur yaşayamamış buralar. Parçalanmış, birleşmiş, parçalanmış..
Eski devirler geçti gitti..
Eskiden ecdadımız islamiyetin yayılması için ne gerekiyorsa onu yaptılar. Engel olmak isteyene topla tüfekle cevaplarını verdiler. “Kuru cihangirlik” kavgası olmadığı için, Allahü Teala da ecdadın bu gayretinin karşılığını bol bol ihsan etti ve Osmanlı Devleti yükseldi, büyüdü..
Ne zaman ki bu vazifeyi bıraktık, o zaman nimet elden gitti ve gitmekle de kalmadı. Tam da Allahü Tealanın uyardığı gibi “acı azab” geldi. Kıymetini bilmediğimiz ne kadar nimet varsa elimizden uçtu gitti. Eskisine nazaran şu kadarcık kalan vatanımızda ezanlar sustu, kalemler sustu, diller sustu ve malesef gönüller, kalpler sustu.
100 senede öyle bir millet haline geldik ki..
Dünyanın en büyük devletiyken Avrupa Birliği kapılarında sürünen küçük bir ülke haline geldik. Sınırların küçülmesi bir yana, yüreklerimiz de küçüldü. Ecdadımızı tanımadığımız için onlar gibi kalplerinde Allah korkusu olan, dinini dünyasını bilen, heybetli, kudretli, mahir ve düşmanın çekineceği bir nesil olmak yerine, batı hayranı, aşağılık kompleksi ile kaplı ve tarih bilinci sadece son 90 sene içerisine tıkıştırılmış bir kitle olduk. Dahası ecdadımıza düşman olduk.
Herşeye rağmen, şükür ki ecdadımız toprağı ince işlemiş. Temeli çok sağlam kazıp tohumu en derine atmış. Antik kazılarda ortaya çıkan yerle yeksan olmuş kalıntılar gibi hacimsiz ama iskeleti görünen bir bina halindeyiz. Yavaş yavaş da olsa o duvarlar yükselmeye yüz tuttu. Her gün sadece bir tuğla da olsa yerine konuyor. Biz kıymet bilmeye başladıkça Allahü Teala nimetleri artırıyor.
Peki neden yavaş ilerliyoruz. Böyle bir lüksümüz var mı? Neslimizin, hiç yerinde durmaması, her gününü bir öncekinden daha değerli haline getirmesi gerekmiyor mu?
Tam da bize yakışır, müslümana yakışır işler ortaya koymamız gerek. Top tüfek devri geçtiyse ne olmuş? Bilim devrindeyiz madem, o zaman bilimle fethetmeliyiz gönülleri ve ülkeleri. İşimizi tam yapmalıyız ama.. Yarım yamalak, üstün körü iş olmaz. Müslüman elinden çıkmış olduğu belli olmalı işin. Müslümanla iş yapmanın farkını hissetmeli muhatabı. Gönlü ferah olmalı.
Bir dakikamızı bile boş bırakmamalıyız. “Müslümanın boş vakti olmaz” buyurmuş büyükler.
Karadenizde meşhurdur; bir kızcağız sabahtan beri çay kesip yorgun düşmüş, tam oturmuş dinlenecek.. Annesi seslenirmiş: Kızım dinleniyorsun madem, oturduğun yerde şu fasülyeleri ayıkla.
İşte bunun gibi otururken dahi vaktimizi kıymetlendirecek bir işin ucundan tutmamız lazım.
Karadağlılar için anlatılan tembellikle alakalı fıkralar yarın bizim için de anlatılabilir. Bir millet düşünün ki tembelliği ile meşhur! Allah muhafaza! Gülünmesi değil ders alınması gereken bir durum.
Eskiler beliğ idi, yani az sözle çok şey anlatırlardı. Arif Nihat Asya da tek cümle ile anlatmış aslında: “Yürü, hala ne diye oyunda oynaştasın”