Memleket hissi..
Günümüzde kendi memleketinde -yani doğup büyüdüğü yerlerde- yaşayan mutlu insanların sayısını bilmiyorum ama ben onlardan biri değilim malesef. Gerçi öyle bir durum ki, memleketim Rize’de şuanki iş imkanım olsa da orda yaşayamazdım. Çünkü 20 yıldır üstüste 2 hafta kaldığım zamanların sayısı azdır.
Okuldayken 5 yıl boyunca Trabzon’u memleket belledik, gerçi Rize’ye yakındı.. Yazları uzun süre gidebiliyordum. Okuldan sonra Ankara’ya taşındım. İki sene orda çalıştım. Askerlik de oraya denk gelince etti üç! Denizi olmayan, sahili olmayan, uzun bir hat şeklinde gitmeyen bu şehirde kuzey neresi, güney neresi bir türlü içime sindiremedim. Puslu havalarda bulanık ufukları deniz gibi düşünüp avunduğumu hatırlıyorum. İlk kez sevgili Dr. Hakkı Abimizden duyduğum “Ankara’nın en güzel yanı, İstanbul’a dönüşüdür” cümlesini tam olarak hak eden bu şehre hiç ısınamamıştım.. Sağolsun bir asker arkadaşımın -ve hemşehrimin- amcası şirin, memleket havaları estiren bir çay/kahvaltı mekanı açmıştı. Orası sayesinde birazcık sahiplenme hissi oluşmuştu. Askerlik bitince hemen ordan İstanbul’a kaçtım.
İstanbul’a temelli gitmemiştim. Bu koca şehirde uzun boylu kalmak fikri beni hep korkutuyordu. O sıralar evlilik planları yaptığımız sevgili eşimle Bursa’da yaşamayı hayal ediyorduk. Neden bilmem Bursa’yı hep sevmişizdir. Bir kaç iş başvurusunda bulunup görüşmeye gittiğim de oldu ama Bursa firmaları askerde aldığım maaşdan bile düşük rakamlar zikredince orada çalışmak nasip olmadı. Ama Bursa’ya çeşitli vesilelerle sık sık yolumuz düşüyor. Şimdi kuzenim eşiyle ve yeni yeni yaşını almış bebeğiyle orda yaşıyorlar. Hiç bahanemiz yoksa onları görmek var.
Ve İstanbul… Önceleri anneannemlerin yanında Sarıyer/Armutlu’da oturuyorduk. Mahallenin yarısı bizim memleketten olmasına rağmen hiç de öyle sahiplenmek isteyeceğiniz bir ortamı, güzel şirin bir sokağı, soluk alabileceğiniz bir köşesi vesaire yoktu. Hala yok!
Hasbelkader Bahçeşehir’de iş bulunca İstanbul’da hiç ummadığım bir ortama kavuşmuş oldum. Bahçeşehir’in hemen yanındaki Esenkent’te oturuyordum ve işime yürüyerek gidebiliyordum. Üstelik Bahçeşehir o zaman eski Bahçeşehir idi. Yani gerçekten bahçelerle kaplı, betona boğulmamış bir şehirdi.. İşyerim -Bahçeşehir Üniversitesi’nin bilgi işlem dairesi- üniversitenin hemen yanındaki bir villa idi. Bahçelerin içinden, ağaç dallarından başımı eğerek yürüyerek gittiğim patikalardan ağaçlar arasındaki villaya gidiyor, bütün günümü bana mahsus odada geçiriyordum.. Daha ne olsun.. Üstelik ilk senenin kışında harika bir kar yağmasın mı! Buranın kışı da böyleyse değmeyin keyfime diyordum…
Çok uzatmayayım zira bu nimetler çok uzun sürmedi.. Villa ofise yeşillikler içinden yürüyerek giden bu gariban, sabahın 6’sında servise yetişmek için 1.5 km yol koşup zaman zaman 3 saati bulan toplam 30 km’lik yollar aşarak -1. kattaki camsız penceresiz bir ofise gider oldu. Bu hazin tablonun üstüne bir de o ofisin aslında Beşiktaş’ta boğazın hemen yanında olduğunu ve gün içerisinde sadece öğle paydosunda boğazı görebildiğim gerçeğini ekleyin.. Nasıl? İki kat hüzün değil mi 🙂
Hasılı İstanbul’da 12 senem geçti ve şuan 4. muhitimizdeyiz. Esenkent-Bahçeşehir, Beylikdüzü-Beşiktaş, Merter-Beşiktaş ve nihayet.. Sıkı durun: Güngören-Davutpaşa! (Aaaoooooovvvv!) Şimdi ben nereyi nasıl evim gibi hissedeyim.. Üstelik son muhitimizde oturduğumuz ev çok şükür kendi evimiz.. Ona rağmen sahiplenemiyoruz..
Hal böyle olunca eşimle “memleket hissi” arayışı içine girdik.. Onu ararken başka bir şeyi bulduk.. Memleket hissi sadece oturduğumuz muhitten kaynaklanmıyormuş.. Tanıdığın, muhabbet edebildiğin, “bizim mekan” diyebildiğin yerler ve dolayısıyla bu mekanda görüştüğün, buluştuğun insanlar da bu hissi besliyor. Bir iki sene evvel eşimin vesilesi ile tanıdığımız sevgili Visnap ve Beykoz’daki sakin mekanı “Paşabahçe İskele Kafe” bunlardan ilki oldu. Nerdeyse geleneksel hale gelecek bir güzellikte orda her sene bir gün Ramazan iftarı yaptık.. Uzak yerlerden arkadaşlarım gelince doğru “bizim mekana” kahvaltı yapmaya gittik. Artık bildiğim, sahipleriyle tıpkı memleketimdeki gibi oturup yemek yiyebildiğim, muhabbet edebildiğim, hatta memleketten dönüşte denk getirip onları da memleketlerinde ziyaret edebildiğim ahbablarımız onlar 🙂 Allah bozmasın..
Şimdi ise sabahını ailecek Belgrad Ormanı’nda kahvaltı ve yürüyüşlerle geçirdiğimiz harika bir sonbahar akşamında, Çengelköy’de, yine sevgili eşim beni harika insanlarla ve şirin bir mekanla tanıştırdı: Çaycı İzzet Efendi.
Şuan bu satırları sıcağı sıcağına tam orada “köşeme” çekilip yazıyorum 🙂 Bir yandan eşim ve arkadaşlarının muhabbetine ortak olarak, bir yandan eşimin arkadaşlarından fırça yiyerek, pek çok mekandaki gibi bangır bangır müzik gürültüsüne maruz kalmadan sakince yazımı yazabiliyorum. Harika bir kaç bardak çayı da bütün bu güzelliklerin üstüne koyun 🙂 Gerçi ben “çay” diyorum ama bunu siz bizzat koklayarak seçebileceğiniz 60’a yakın farklı tat olarak düşünün. Türk çayı dışındaki bütün çaylar masanızda demleniyor -demlenme süresi servis edenlerce gözleniyor- ve her defasında sıcak, temiz bir bardakla yahut fincanla servis ediliyor. Masalarda ve raflarda başınızı telefondan kaldırıp okuyabileceğiniz çeşitli kitaplar bulunuyor. Ahşap ağırlıklı dekorasyonu ayrıca hoşuma gitti.
Sabah ormanda kitap okuma faslımı geçirdiğim için buraya gelmeden evden bilgisayarımı alıp eşim sohbet ederken ben de bu aralar sıcak günlerini yaşayan Kitapi projemizle ilgilenirim diyordum. Şansıma kitaplarla dolu bir mekana denk gelince Kitapi’nin müstakbel ilk kafe-kütüphane üyesi ile tanışmış olduk.
Belli mi olur, belki burası sadece çay tiryakilerinin değil kitap tiryakilerinin de “mekanı” olur 🙂
NOT: Çaycı İzzet Efendi’nin hikayesini buradan okuyabilirsiniz.
Mükemmel yazmışsın abi…
[…] Eşimin de Çaycı İzzet Efendi hakkında bir yazısı var, buradan okuyabilirsiniz. […]